Ahtapot

14-15 yaşlarındaki bir kızda durup dururken hamilelik belirtileri başlamış: Karnı hafiften şişkinleşmiş, kusma nöbetleri geliyormuş, sabahları yataktan hasta gibi kalkıyormuş… Fakat kız annesine ısrarla böyle bi şeyin mümkün olamayacağını, çünkü hiç bir erkekle bu sonucu doğuracak kadar yakın temasta bulunmadığını iddia ediyormuş.
Fakat zaman geçtikçe hem karnı büyümeye devam etmiş, hem de diğer belirtilerde değişiklik olmamış. Annesi, “Bu yaşta… Allahım Allahım, kepazelik bu” dese de kız hala hamile olmadığını söylüyormuş. Sonunda anne küçük bi kasabada yaşıyor olmalarına rağmen çıkacak söylentileri göze alarak kızını hastaneye götürmüş. Ancak çekilen ultrasondan sonra kızın inkarlarında samimi olduğu anlaşılmış. Çünkü karnında son derece büyük boyutlara ulaşmış bir tümör tesbit edilince şişkinliğin ve diğer belirtilerin asıl sebebi ortaya çıkmış.

Vakit kaybetmeden, apar topar ameliyata alınmış tabii. Doktorlar rutin kabul edilen bu operasyon sırasında karnı açmışlar ve işte o an gördükleri manzara karşısında şok olmuşlar. Meğerse tümör sandıkları şey kocaman bir ahtapotmuş. Üstelik kıpır kıpırmış da hayvan, yani canlıymış.

Olayın aslı sonradan anlaşılmış. Kız üç-dört ay önce ailesiyle birlikte okyanus kenarındaki bir kasabada tatil yapmış. Ahtapot yumurtaları da mikroskobik boyutlarda olurmuş ve bunlardan doğal olarak okyanus sularında milyarlarca varmış. Kız muhtemelen yüzerken yuttuğu sularla beraber bu yumurtalardan da indirmiş mideye. İşte bunlardan biri de, milyonda bir görülecek biçimde de olsa, kızın vücudunun içinde yaşamayı, hatta büyüyüp gelişmeyi başarmış.

NEFİS TERBİYESİ

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN

Bismillâhir rahmânir rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn… Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ küllî hâlin ve fî külli hîn… Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ muhammedinil mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ… Emmâ ba’d.

Allah’ın selâmı rahmeti, bereketi üzerinize olsun… Allah CC hem dünyada, hem ahirette sizleri hayırlarla karşılaştırsın, bahtiyar eylesin… Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin…

Bu dünya, bu hayat, şu günler, şu ömürler gelip geçicidir; kalıcı değildir, çok değildir, kısadır, muvakkattir, sonludur, sönümlüdür, ölümlüdür. Asıl hayat ve asıl bitmeyen zaman ahirettedir, öldükten sonraki hayattadır. O ebedîdir, bu fânîdir. Asıl ona hazırlanmak gerekir.

İslâm’ın, imanın bize gösterdiği hakîkat budur. Peygamber SAS Efendimiz bu fikirle yaşamıştır. Dünyaya değer vermemiştir, bel bağlamamıştır, gönlünü kaptırmamıştır. Ahireti kazanmağa, Allah’ın rızasını kazanmağa bizleri teşvik etmiştir. Kendisi de ahiretin şevki ile, özlemi ile yaşamıştır.

(Mâ lî ve lid dünyâ) “Benim dünya ile ne işim var?.. (İnnemâ ene kerâkibün istezalle tahte zılliş şecereh) Ben bir ağacın altında biraz nefes alıp, gölgesinde gölgelenip dinlenen bir yolcu gibiyim.” buyurmuştur. “O ağaç benim esas mekânım, makamım, hedefim değil ki…” mânâsına…

Biz de bu büyük hakîkate göre hayatımızı ayarlamak, tanzim etmek, düzenlemek planlamak zorundayız. Elimizden geldiğince de öyle yapmağa çalışıyoruz. İbadetlerimizi yapmağa çalıyoruz, Allah’ın emirlerini tutmağa çalışıyoruz. Haramlardan günahlardan kaçınmağa çalışıyoruz. Ahireti kazanmanın yolu budur diye, bu yolu tutturmuşuz.

Kimisi bunu güzel yapıyor, kimisi de zar ve zor yapıyor, zorlanarak yapıyor. Bazan günahlara bulaşıyor, bazan haramları irtikâb ediyor, bazan sevaplı işlere pek gayret gösteremiyor, tenbelleniyor…

Tabiî, bu hallerinin, davranışlarının da hepsi defterine yazılıyor. Kirâmen kâtibîn amel defterine yazıyor. Bunların da bir hesabı, sorgusu suali olacak ahirette….

(Femen ya’mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskàle zerretin şerran yerah.) “Zerre kadar hayır işleyen onun karşılığını görecek. Öyle yapmayan, şer işleyen, kusurlu günahlı işleri yapan, yaşayışı Allah’ın rızasına uygun olmayan da cezalara uğrayacak.”

Bu Allah’ın rızasını kazanma yoluna takvâ yolu derler, ihsân yolu derler. Takvâ yolu denmesi, insanın günahlardan, haramlardan, Allah’ın hoşuna gitmeyecek işlerden kendisini korumasından dolayıdır. Takvâ korunmak demek, kendi kendisini koruması demek… Onun için takvâ yolu deniliyor.

Yâni, canı istese bile günahlı, haramlı işleri yapmamak için kendini tutacak, kollayacak. Canı istemese bile sevaplı, hayırlı işleri yapacak da, sevabı kazanacak, kendisini cehenneme düşmekten koruyacak, kollayacak. Allah’ın gazabına uğramaktan korunacak.

O halde iş takvâdır, takvâ zihniyetiyle hareket etmektir, korunma zihniyetiyle hareket etmektir. Burda da nefisle çatışma vardır. Nefis günahları seviyor ve arzu ediyor. Eğlenceyi, keyfi. çalgıyı, düğünü, yatmayı, gezmeyi, tozmayı seviyor. Sevaplı işlere de tenbelleniyor. Hayırlı, sevaplı işleri de yapmakta zorlanıyor; kaçmağa çalışıyor, kaytarmağa çalışıyor.

Bir çocukta bunu güzel görüyoruz: Annesi babası zorlamazsa namaz kılmıyor. Hattâ annesini babasını kandırmağa çalışıyor. Yalancıktan abdest aldım diyor, yalan söylüyor. “Namazı kılmıştım ben…” diyor ama, kılmadı. Neden?.. Zor geliyor. Halbuki sevaplı bir şey… Sevaplı bir şey zor gelebiliyor, günahlı bir şey de çok şiddetle arzu edilebiliyor.

O halde Allah’ın rızasını kazanmanın yolu, nefse muhalefet etmekten geçiyor. İşte bu da takvâ yolunun esası, tasavvufun belkemiği… Nefsini yenebilecek ki insan, istemediği şeyi ona, “Sevaplıymış, faydalıymış, hayırlıymış.” diye zorla yaptırabilecek; istediği şeyi de, “Günahtır, haramdır, Allah’ın sevmediği iştir.” diye frenleyip tutabilecek. O halde nefisle mücadele etmekten geçiyor, Allah’ın rızasını kazanmak…

Onun için, tasavvuf, tarikat dediğimiz nefsi terbiye etme yolu en kıymetli yol oluyor; İslâm’ın hakîkatı oluyor, özü oluyor. Tabii, bunları anlamayanlar, şu kısa cümlelerle izah ettiğim şeyi bilmeyenler, çeşitli şekillerde itiraz ediyor. Kâfirler bir yönden itiraz ediyor, münafıklar bir başka yönden itiraz ediyor. Nefsinin esiri olan, nefsine tapan, hevasına tapan insanlar bu işe yanaşamıyor. Şeytana uyan, şeytana tapan insanlar gelemiyorlar. Ama işin doğrusu işte anlattığımız gibi…

O halde biz, nefsimizi ıslah edecek bir yol tutturmalıyız. Nefsimizi yenebilecek bir eğitimden geçmeliyiz. Sevapları öğrenmeli ve onları zor da olsa yapabilmeliyiz. Günahları, haramları bilmeli, canımız istese bile onlardan kendimizi korunabilmeliyiz, sakınabilmeliyiz.

Çok iyi derviş, bana mektup yazıyor, mahrem… Diyor ki: “Hocam, elinizi öperim, ayağınızı öperim!” diyor. Ayağımızın altını öpeceğini söylüyor. Tamam öper de, samîmî… “Fakat benim bir kusurum var, ben harama bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum!” diyor.

Demek ki, bu iş bayağı zor… Çocuk iyi çocuk, derviş, tarikata girmiş, yaptığı işin günah olduğunu da biliyor ama, harama bakmaktan kendisini alıkoyamıyor. Televizyonda haram var, çarşıda pazarda haram var, günah var… Gazetede mecmuada haram var…

Tabii, bu sadece bakıştan meydana gelen bir durum… Aynı şekilde kulaktan günahlar kazanılabilir, aynı şekilde dilden günahlar kazanılabilir, aynı şekilde nefsin başka arzularından günahlar kazanılabilir. Çok canı istiyor, midesi arzu ediyor, iştihası kabarıyor, komşunun meyvasını çalıyor. İşte o da bir nefsini yenememek…

Kendisine helâl değil, Allah haram kılmış, başkasının malını almaması lâzım!.. Ama tutamıyor kendisini… Canım çok erik istedi diyor, erik çalıyor… Elmalar çok güzel kırmızı olmuş diyor, elma çalıyor… “Kavunlar karpuzlar büyümüş, hava da çok güzel, şurdan bir tane alayım!” diyor, bıçağı vuruyor, haram şeyi yiyor.

Bunu kademe kademe başka noktalara da götürebiliriz, başka misaller sayabiliriz. Burdan anlaşılıyor ki, insanın nefsi insana düşman adetâ… Nefsi kendisi demek, insanın kendisi kendisinin kötülüğünü istiyor. Sanki içinde bir düşmanı var, kendi aleyhe çalışıyor. Sanki kalenin içine casus girmiş, kaleyi içten fethetmeğe çalışıyor.

Doğru… Peygamber Efendimiz de öyle buyurmuş: En büyük düşman nefis!.. Çünkü, işte o işleri yaptırtıyor.

İnsan düşünüyor, taşınıyor, aklıyla bir şeyi düşünüyor, öyle yapıyor. Bankayı soyan da aklıyla yapıyor, soygunu yapan aklıyla yapıyor. Aklını kullanıyor herkes ama, aklını hangi istikamette kullandığı mühim…

Onun için, İslâm’ın özü, hakîkatı, esası, can damarı, belkemiği tasavvuftur, nefsin terbiyesidir. Nefis terbiye olacak, insan kendisini frenleyebilecek… Nefis terbiye olacak, insan kötü huyları atacak, iyi huyları alacak… Nefis terbiye olacak, insan Allah’ın istediği işleri yapmağa koşan, hayırlı faydalı bir insan olacak.

O halde tasavvufa itirazlar Kur’andan, hadisten, fıkıhtan nasibsiz insanların itirazlarıdır.

–Yok hocam! Bazıları da var İlâhiyatta hoca, veyahut Suudî Arabistan’da din adamı… Veyahut tarihte filânca kitapları yazmış filânca alim, kitap yazan yazar, müellif bir insan… O da itiraz ediyor.

Onların da itirazlarını incelerseniz, nesine itiraz ediyor: Ya tasavvufu bilmediği için, tasavvuf şöyledir, binâen aleyh kötüdür diye bilmeden ona yanlış bir sıfat yakıştırıyor, ondan tenkid ediyor. Ya da ben mutasavvıfım diye onun etrafında dolaşan, onun gördüğü insanlara bakıyor, “Tasavvuf buysa, tasavvuf iyi bir şey değil gàlibâ?” diye kötü misallerden dolayı tasavvufa karşı oluyor.

Biz de tasavvuf ehliyiz, tarikat ehliyiz; öyle tasavvufa biz de karşıyız. Ben de karşıyım, siz de karşısınız. Kur’an’ı okuyorsunuz, hadisi okuyorsunuz; içki haram mı?.. Haram… Birisi hem tarikattenim diyor, hem de içki içiyor. Buna karşı olunmaz mı?.. Karşı olunmazsa, müslümanlık nerde kalır?.. Elbette karşı olacağız.

Arnavutluk başmüftüsü geldi, evimize misafir oldu. “Arnavutluğun %40’ı Bektâşî Tarikatı’ndandır; rakı içerler bunlar.” dedi. Ben de duydum, biliyorum. Gazeteler bir röportaj yapmıştı, ordan biliyoruz. Rakı içen bir tarikat kabul edilemez, tarikat değildir o!.. E, tarikatım diyor… Sapıtmıştır. Ne tarikatıymış?.. Bektâşî Tarikatı…

Ben Hacı Bektâş-ı Velî’yi tanıyorum. Hacı Bektâş-ı Velî içkinin aleyhinde… Bu içkiyi içiyorsa, demek ki sapıtmış. Hacı Bektâş-ı Velî’nin dahi yolunda gitmiyor. Çünkü Hacı Bektâş-ı Velî diyor ki: “Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, suyunu dışarıya çıkartsalar. Kova ile çıkartıp çıkartıp kuyuyu boşaltsalar temiz olsun diye, dökseler suyu… Dışarısı ıslandı. Islandığı yerde ot bitse, o otu koyun yese; o koyunun etini yemem!” diyor.

Neden?.. Su şaraplıydı. Ot şaraplı sudan büyüdü. Koyun şaraplı suda büyümüş otu yedi. Onun için etini bile yemem diyor.

Bu neyi gösteriyor?.. Buna mübalağa sanatı derler. Bir şeyin kötülüğünü kesin olarak göstermek için mübalağa sanatı yapılır bazen… Yâni, o koyunun eti aslında temiz… O ot da temiz… Ot şarabı emmiyor ki, suyunu emiyor, şarabı almıyor topraktan…

Ama, çok kesin olarak biliyoruz ki, Hacı Bektâşî Velî içkinin aleyhinde… Şimdiki Bektâşî, Bektâşî Tarikatı’ndayım diyen Arnavutluk’taki adam içkiyi içiyor. Demek ki Hacı Bektâş’ın yolunda değil… Demek ki, Bektâşî adını bile almağa hakkı yok…

Kaldı ki, diyelim ki Hacı Bektâş-ı Velî de içki içmiş olsa; Hacı Bektâş-ı Velî Peygamber Efendimiz’den yedi asır sonra yaşamış bir insan… Bizim örneğimiz, nümûnemiz, nümûne-i imtisâlimiz Peygamber Efendimiz… Bizim kitabımız Kur’an-ı Kerim… Bizim dinimizin hükümleri Kur’an-ı Kerim’den, hadis-i şeriflerden çıkıyor. Birisinin şöyle böyle yapması, şöyle böyle demesi, bize dinî bakımdan delil olmaz. İçen günahkâr olur, bize örnek olamaz. O içmiş, ben de içeceğim diyemeyiz.

Bunun fıkıhta kaidesi nedir: “Batıl makîsün aleyh olamaz!” Yâni, “Kötü, aslı yanlış, batıl olan bir şey esas alınarak, örnek alınarak ona uygun olarak iş yapılamaz!” demek… Bâtıl makîsün aleh olamaz, hak makîsün aleyh olur. Peygamber Efendimiz şöyle yapmış, o halde ben böyle yapayım diyebilirsin. Ama Ebûcehil şöyle yapmış, ben de öyle yapayım diyemezsin; çünkü Ebûcehil bâtıl yoldadır.

Bâtıla uyulamaz, bâtıl örnek alınamaz, esas alınamaz. Bu aklın ve hukukun ve şeriatın kanunudur.

Onun için, tasavvufu bilmeyenler ya tasavvufu bilmediklerinden aleyhinde konuşuyorlar; ya da etrafında gördükleri kötü insanlardan ibaret sanıyorlar tasavvufu, ondan saldırıyorlar.

Biz de onlara düşmanız. Biz de aynı şekilde düşünüyoruz. Çünkü, esas olan Allah’ın rızasını kazanmaktır, Kur’an-ı Kerim yolunda yürümektir, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmaktır. Bizim yolumuz budur.

Biz de, birisi şeriata aykırı hareket ederse, hemen kaşımızı çatarız. Falanca adam varmış, kadınlarla erkekleri bir arada oturtuyormuş. Kadınlara elini öptürtüyormuş, ziyan etmez diyormuş… “Hadi ordan, palavracı sen de…” deriz, hemen kızarız.

Falanca adam çok iyi adammış da, cumaya gitmezmiş… “Hadi ordan, cumaya gidilmez mi?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri:

(İzâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes’av ilâ zikrillâh) buyuruyor. Allah’ın sözünü dinlemiyor; kaşımızı çatarız, derhal tavrımızı alırız. Falanca adam yediği şeyin haramlığına helâlliğine dikkat etmiyor. Haramı yiyor, haramı içiyor, haramdan kazanıyor… Hemen kaşımızı çatarız. Bu adamın başında kavuğu var, sırtında cübbesi var, elinde asâsı var diye onu hoş görmeyiz.

Neden?.. Kıyafet mühim değildir; amel mühimdir. Amelleri şeriate aykırı diye tavır koyarız. O halde, aslında onlarla ihtilâf halinde değiliz.

Nitekim meselâ, İbn-i Teymiye diye bir kimse vardır, hep tasavvufun karşısında bir kimse olarak gösterilir. Halbuki kendisi mutasavvıftır, kendisi tasavvuf erbabıdır. İbn-i Teymiye’de Tasavvuf diye Türkçe’ye de kitaplar çevrilmiştir. O bizim anladığımız mânâdaki tasavvufa karşı değil, bizim karşı olduğumuz tasavvufa karşı…

Onun için, Ebül Hasen-i Nedvî sellemehullah, Allah ömür versin, iyi bir alim; “Bu tasavvuf kelimesi hak yolda gidenlerin de, batıl yolda gidenlerin kullandığı bir isim oldu. Keşke buna bir başka isim versek de, karışıklık olmasa şu sebepten dolayı…” diyor. “Başka bir isim verelim!” diyor.

Tamam, olur, verelim: “İhsân yolu, takvâ yolu” diyelim. Takvâyı anlattık, ihsan yolu ne demek?.. Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:

“–Allah’a onu görüyormuşçasına samîmî ibadet et! Sanki karşındaymış, sanki sen Allah’ı görüyormuşsun gibi, öyle candan, öyle samîmî, öyle içten, öyle duygulu ibadet et!” Neden?.. “Çünkü her ne kadar sen onu görmesen bile, o seni görüyor.”

Bir görme işlemi var, o seni görüyor. Her yerde hàzır ve nâzır… O seni görüyor, içini dışını biliyor. Sen de onu görüyormuş gibi ibadet et!.. İşte tasavvuf, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmektir.

Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “İmanın en yüksek derecesi, Allah’ı görüyormuş gibi ona inanmak ve ona ibadeti öyle yapmaktır. O halde mahkemeye müracaat edip isim değişikliği yapalım!..

Bizim yolumuz ihsân yolu… Yâni, Allah’ın bizi gördüğünü bilerek, biz de sanki Allah’ı görüyormuşuz gibi, ona hâlis muhlis ibadet etmek yolu diyebiliriz.

Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Bir insan bir günahı, iman içinde iken işlemez!”

–E ne olur?..

İman o anda ondan ayrılır, öyle işler. Katil öldürme işlemini mü’minken yapmaz. Sarhoş, şarap içme fiilini mü’minken yapmaz. İman çıkar, aklı durur, gözü perdelenir, gönlü kararır, öyle yapar. Hırsız hırsızlığını mü’minken yapmaz, yapamaz! Mü’min olan insan yapamaz!..

İmanı çıkıp gidiyor, gözü kararıyor, düşünemiyor. “Düşünemedim, aklım ermedi, kendime hakim olamadım… Bilmem ne…” diye ondan sonra hakimin karşısında mâzeret…

Demek ki, bizim yolumuz, Peygamber Efendimiz’in zamanında, Kur’an-ı Kerim’de, hadis-i şeriflerde, sahabe-i kirâmın bildiği isimle bizim yolumuz ihsân yoludur. Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etme yoludur. Bizim yolumuz takvâ yoludur. Kur’an-ı Kerim’de kaç yerde takvâ kelimesi geçiyor. Saymadım ama, yüzün üstünde yerde geçiyor takvâ kelimesi…

Bizim yolumuz takvâ yoludur. Biz takvâ ehli müslüman olacağız. Her işimizi Kur’an’a uygun yapacağız. Bizim yolumuz Kur’an-ı Kerim yoludur. Bizim yolumuz, Peygamber SAS Efendimiz’in ahlâkına ahlâkımızı uydurma yoludur. Rasûlüllah’ın ahlâkıyla ahlâklanma yoludur. Rasûlüllah Efendimiz’in ahlâkı neyse, onunla ahlâklanmak, o ahlâka sahib olmak, öyle yaşamak yoludur.

Bizim yolumuzun adları çıktı ortaya.. Hani Peygamber Efendimiz’in nice isimleri var… Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin nice esmâ-ü hüsnâsı var… Bizim yolumuzun da çeşitli adları var: “Tasavvuf yoludur, takvâ yoludur, ihsân yoludur, Kur’an yoludur, Rasûlüllah’ın ahlâkıyla ahlâklanma yoludur, cennet yoludur.” diyebiliriz.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi, dinimizin hakîkatlerini öğrenen ve hayatında o bildiklerini uygulayarak, ilmiyle âmil olarak takvâ üzere yaşayan, ömrünü bereketli, hayırlı, sevaplı geçiren, huzur-u Rabbil İzzet’e sevdiği razı olduğu kul olarak; güzel, alnı açık, eli ibadetlerle dolu, kalbi pırıl pırıl varan kullarından eylesin…

Onun için, buyurun beraberce bir güzel tevbe edelim:

13. 6. 1996 – Özelif / ANKARA

Dervişân

NEFİS TERBİYESİ

Soru:

–Nefsi terbiye etmenin ilk yolu nedir?

–Tasavvufa girmektir. Girmişse, vazifeleri yapmaktır.

Soru:

–Nefsi alt etme, terbiye etme yönünde bize bir şeyler söyleyebilir misiniz?

–Nefsiye terbiye etmenin, alt etmenin iki yolu vardır:

1. Birinci yolu, nefsin gücünü, kuvvetini azaltmaktır. Oruç tutarsın azalır, az uyursun kuvveti azalır… Çok konuşmazsın, hatalara düşmezsin… İnsanların arasına çok katılmazsın, tenhada durursun, kendi başına durursun, rahat olursun… Bunlara işte kıllet-i taâm, kıllet-i kelâm, kıllet-i menâm, uzlet-i enâm, zikr-i müdâm demişler. Zikre müdâvim olursun. Böyle tedbirlerle, terbiye ile nefsin arzuları kırılır.

Yâni, arzuları zayıflıyor zaten… Coşkunluğu kalmıyor arzularının… Oruç tuttuğu zaman, az uyuduğu zaman vs. Böyle bir yol vardır.

2. Bir de zikre kuvvet gidilip, insanın aşkının, şevkinin, muhabbetinin, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin yoluna sevgisinin coşması sûretiyle, günahlara nazar etmeyecek hale gelmesi vardır. Aşk ve muhabbet yolu ile terbiye, zikre devam ederek; o da olabilir.

Tabii, hepsinin çeşit çeşit incelikleri vardır. Tarikatte halvet vardır. Şeyh efendinin çeşitli tâlimatı vardır.

Soru:

–Ben derviş oldum ama, nefsime hakim olamıyorum; ne tavsiye edersiniz?

–Tabii nefis çok azgındır. Nefsi yenmek, gerçekten zordur. İnsan bunun zorluğunu yenmeğe kalkıştığı zaman anlıyor. Peşinde gittiği zaman anlamıyor da, karşısına çıktığı zaman nefsi yenmenin ne kadar zor olduğu anlaşılıyor. Allah hepimize yardımcı olsun…

Zor bir iştir. Abdestli olarak, zikir yaparak, tarikattaki vazifeleri yerine getirerek insan kuvvet bulur, Allah’ın yardımına mazhar olur. Onları muntazaman yapması lâzım!..

Soru:

–Nefsi uysallaştırmanın yolu nedir?

–Az yemektir, az konuşmaktır, az uyumaktır, çok zikretmektir.

Soru:

–Kitaplarda az yemek tavsiye ediliyor. Fakat, buna riayet ettiğimde, ailemin, çevremin tepkisini çekiyorum. Çok zayıf olduğumu söylüyorlar. Acaba ne yapmalıyım?

–Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki: “Kuvvetli müslüman, zayıf müslümandan daha hayırlıdır. Hepsi hayırlıdır ama, o daha hayırlıdır.” O halde vücudun zaafa düşmemesi önemli… Zayıfsan gerçekten, verem olacağına, ağzın kokacağına, Allah rızası için yemek ye!.. Yâni kuvvetli olayım da, iyi müslüman olayım diye…

Yemeğin azaltılması şu sebeptendir: Yemeği çok yediği zaman, insanın nefsi kuvvetlenir. İnsanı haramlara, günahlara sevkeder. Oruçlu olduğu zaman, az yediği zaman nefsi kuvvetlenmez. O bakımdandır. Bunun ölçüsü, vücudun zayıf düşmemesidir.

Soru:

–Samîmî müslüman olmak için ne yapmak lâzım?

–Derviş olmak lâzım. Samîmî müslümanlık yolu o, takvâ yolu o…

Soru:

–Şehvet kesilmeden dervişlikte ilerlenilir mi?

–Şehvet kesilmez, kesilmesi de gerekmez. Çünkü, normal ölçüler içinde Allah öyle yaratmıştır, normaldir. Onun esiri olmak doğru değildir. İnsan evlenecek, evlât yetiştirecek… Hayırlı evlâtlar insanın dünya va ahiretinin sevabının artmasına vesile olur. Ümmet-i Muhammed’in adedi artar… vs. Bunlar normal şeyler…

İslâm’da fıtrata aykırı bir durum yoktur. İslâm, fıtratı doğru bir yola sevkeder. Yaratılışında insanın bu duygular varsa, bunun meşrû yolu da nikâhtır, evliliktir; bu normaldir. Evlendiği zaman, insanın dini bütünleşiyor. Demek ki, doğrudan doğruya bu duygular insanın mânevî ilerlemesine zarar vermiyor. Aklını başından alır da çok meşgul ederse, tabii ilerletmez o zaman… Onun için de oruç tutmak lâzım, gözünü haramdan sakınmak lâzım ve zikre devam etmek lâzım!..

Soru:

–Çok uyuyorum, ne tavsiye edersiniz?

–İnsanın çok uyuması, yaşıyla ilgili olabilir. Meselâ, çocuklar çok uyurlar, yaşlılar uyumak istedikleri halde uyuyamazlar. Yaşla igili bir meseledir. Sonra delikanlılık çağında büluğ meseleleriyle ilgilidir.

Bazen yemekle ilgilidir. Çok yemek yediği zaman insan, hemen gözleri mahmurlaşır, yatacak yer aramağa başlar.

Bazen de uykusuz kaldığı zaman olur. O da normaldir. Olduğu yerde böyle başı yere düşer. Uykuyu normal miktarda uyumak lâzım!..

Bunun normal şekli ikidir: Bir yatsıdan sonra yatmalı, teheccüd zamanına kadar uyumalı!.. Mümkünse bir de öğleden evvel Efendimiz uyurdu; o uykuyu uyumalı!.. Bu ikisini yaptı mı insan, çakı gibi sıhhatli olur.

Çok uykuya düşmemek için ikinci şey, çok yemek yememeli!.. Vücuduna lâzım olacak kadar yemeli… Fazla yediği zaman, fazla uyur.

–Maşaallah bu arkadaşımız pehlivandır, bir oturduğu zaman bir kuzuyu yiyor.

Tamam, bir kuzuyu yerse, üç gün uyur o… Ona da dikkat etmek lâzım!

Büluğla ilgilidir dedim; yâni, bazı cinsel meselelerden dolayı da insan uyku durumuna düşebilir. Her şeyde itidale dikkat etmek lâzım geliyor.

Soru:

–Teheccüd namazına kalkamıyorum, ne yapayım?

–Teheccüd namazına kalkmak için, akşam abdestli yatmak lâzım… Yâni abdest alacak, ondan sonra iki rekât , dört rekât namaz kılacak, abdestli yatacak. Akşam yemeğini de az yemek lâzım…

Dün Tabakatüs Sûfiyye’de okuduk. Evliyâullah, İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri’ne nasihat ediyorlar: “Karnın tokken gece ibadetini yapmayı hiç umma; mümkün olmaz!” diyorlar. Akşam hafif yiyecek ki, gece uykusu hafif olsun, teheccüde kalkabilsin.

Onun için, akşam yemeklerini sebze olarak, hafif olarak, erken olarak yerseniz; bir de namaz kılıp abdestli yatmağa dikkat ederseniz… Bir de duası vardır:

(Allahümme eykıznî fî ehabbis sââti ileyke vesta’milnî biehabbil a’mâli yedeyke) diye tavsiye edilen duası vardır; bunu da okuyun. Türkçesi şu ki: “Beni en mübârek zamanda uyandır yâ Rabbi! En sevdiğin ibadeti işlemeğe muvaffak eyle yâ Rabbi!” demek…

Soru:

–Sabah namazını, işrak namazını camide kılmak nefsime zor geliyor; ne yapmalıyım?

–Akşam erken yatsın!.. Hakîkaten zor geliyor. Gece saat ikide yatmışsa bir insan, sabah kurşunlanmış gibi oluyor, yataktan kalkması zor oluyor. Akşam erken yattığı zamanda karnı da acıkıyor, midesi de boşalınca, –aç tavuk rüyasında yem görürmüş– o zaman erken kalkıyor.

Akşam yemeğini hafif yerse, akşam erken yatarsa… Sahabe-İ Kirâm akşam erken yatardı. Yatsıdan sonra çok oyalanmaz, hemen yatardı. Az yeyince, yatsıdan sonra hemen yatınca, hele hele böyle kış günlerinde çok rahat kalkarsınız. Teheccüde bile kalkarsınız evvelallah…

Bir de duası vardır:

(Allahümme eykıznî fî ehabbis saati ileyke vesta’milnî bi ehabbil a’mâli yedeyke.) “Yâ Rabbi, beni en mübarek zamanlarda kaldır, ibadet yapabileyim! En güzel ibadetleri, sevdiğin ibadetleri yapmayı nasîb eyle yâ Rabbi!..” diye böyle dua eder yatarsınız. Abdestli yatarsınız, kalkarsınız.

Uykunuzu alarak kalkınca da, işrake de kalırsınız, o hac ve umre sevaplarını da kazanırsınız, rızkınız da bol olur.

Soru:

–Caminize geldim, sabah namazını kıldım, yapılan duaları ve faaliyetleri sevdim. Merak ettim, bazı kimseler neden kalkıp gidiyor?

–Hakikaten sabah namazını camide cemaatle kıldıktan sonra camide oturup zikirle meşgul olmak, Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesidir ve sevaplıdır. Bir hac ve umre yapmış gibi insan sevap kazanır.

Şimdi bu ibadetler sevaplıdır amma, bunları yapmıyor diye giden kardeşlerimizi kınamak doğru olmaz. Hastası vardır, işi vardır… Trene yetişecektir, otobüse yetişecektir… Mazereti vardır, ihtiyardır, idrarı sıkışmıştır, midesi bulanıyordur… Böyle bir mazereti olabilir. Ondan dolayı hüsn-ü zan edecek.

Farz olmayan ibadetler için herhangi bir kimse suçlanırsa, sûizandan dolayı kendisi günaha girer. Bazı insanlar da sevaplarını söylemek ve göstermek istemezler. Çünkü gösterilince, sevabın ecri bir miktar kaybolacağı için göstermek istemezler. Gizli ibadet yaparlar, belli etmezler. Yâni, bir köşeye çekilirler, görünmeden yaparlar.

Onun için büyüklerimiz demiş ki: “Her gördüğünü Hızır bileceksin, her geceni kadir bileceksin!” Yâni, karşındaki insana hüsnüzan besliyeceksin. Kendisi yaşlı ise, “Bu benden çok yaşadı, benden çok ibadet etti; makamı benden üstün!” diyeceksin. Yaşı senden küçükse, “Bu benden az yaşadı, günahı az işledi; bunun günahı benden daha az!” diyeceksin. Herkese güleç yüzle ve iyi nazarla bakacaksın ve gördün olayları hayra yorumlayacaksın, şerre yorumlamayacaksın; “Elbet bir sebebi vardır.” diyeceksin.

Sonra, bazı insanların geniş sorumlulukları olur. Bir tane işi olmaz bin tane işi olur, bin tarakta bezi olur. Senden fazla ister orada kalıp o sevabı kazanmayı ama, o işi vardır, bu işi vardır… Kafasında binbir tane mesele, problem vardır. Elbette onları da yapması icab ediyordur.

Sonra Allah’ın sevgili bir kulunun, iyi bir insanın yazdığı kitaba baksan, konuşmasını dinlesen;

Buldum demez bulanlar,
Gördüm demez görenler,
Hakîkate erenler,
Gizli sırrı açar mı?..

diyor Üftâde Hazretleri… Bazıları da kendisini göstermemeyi tercih eder, kendini saklar, belli etmez. Melâmet meşrebli olur bazıları… “Halk beni günahkâr zannetsin, pek rağbet etmesin, itibar etmesin, izzet etmesin! Şöhret afettir. Parmakla gösterilmek –Allah korursa korur, korumadığı insanlar için– bir felâkete sebep olabilir. Mânevî bakımdan bazı sıkıntıları vardır.” diye düşünen insanlar olur.

Onun için hüsnü zan etmek lâzım, hüsnü zan edin!.. Siz ibadetleri yapın; eğer kötü halini tahmin ettiğiniz bir kardeş varsa, ona da dua edin!..

Kimse kendisini savunmaz, “Ben Allah’ın sevgili kuluyum, velî kuluyum, yüksek kuluyum!.. Şöyleyim, böyleyim…” demez. “Er yarın hak divanında belli olur!” demiş ilâhide… Yarın rûz-i mahşerde, mahkeme-i kübrâda kulun iyiliği belli olacağı için, Allah’ın hiç bir sevgili kulu, “Şöyleyim, böyleyim…” demez. Ne Ebûbekir Sıddîk demiştir, ne Ömerül Fâruk demiştir, ne ötekiler demiştir.

Ebûbekir Sıddîk diyor ki: Ç”Bütün insanların hepsi cennete girecek, bir tanesi cehenneme girecek sadece!..” deseler, “Acaba o insan ben miyim?” diye korkarım.È diyor. Ebûbekir Sıddîk RA…

Yâni kimse, “Ben velîyim, ben evliyâullahın yükseklerindenim, gavs-ı azamım, kutbül aktâbım!..” demez. Niye desin?.. Allah’ın verdiği sırrı saklar.

Onun için hüsnü zan edeceksin sen!.. Eğer aleyhinde bir şey görüyorsan, hakîkaten bir şey varsa; yanına çekersin, söylersin, nasihat edersin veya dua edersin. “Yâ Rabbi, ben bu kardeşimi çok seviyorum, sen bunu hatalardan kurtar!” filân dersin.

Birisi çocuğuyla beraber itikâfa girmiş ramazanda… Geceleyin kalkmışlar teheccüde… Çocuk bakmış, öteki itikâf arkadaşları yatıyorlar yatakta, bunlar kalkmış teheccüd namazına… Abdesti almışlar. “Baba, ne olurdu bunlar da kalksalardı. Ne güzel gelmişler böyle, camide ibadet etmeleri lâzım, horul horul uyuyorlar. Kalkıp da namaz kılsalardı, bizim gibi teheccüd kılsalardı ne iyi olurdu.” deyince; “Ah evlâdım! Keşke sen de kalkmasaydın, uyusaydın da bu lafı söylemeseydin!” demiş babası… Onların yatmasını ayıpladığı için…

Soru:

–İstemeyerek her şeye karışıp, konuşuyorum; buna bir çare söyler misiniz?

–Eskiden baklayı okurmuş şeyh efendiler, müridin ağzına koyarmış. Erimediği için, dualı bakla ağzında dururmuş. Öylece diline hakim olurmuş. Siz de hakim olmağa çalışın!.. Zikirle meşgul edin dilinizi, başka şeye vakit kalmasın. Mümkün olduğu kadar az konuşun. Sorun kendinize: “Bu sözü söylemem lâzım mı?” diye… Pek gerekmiyorsa konuşmayın!..

Soru:

–Kalbimize kötü düşüncelerin gelmemesi için ne yapmamız lâzım?

–Tabii, bu kötü düşünceler ya nefisten gelir, ya şeytandan gelir. Nefsin vesvesesi veya şeytanın vesvesesi olarak gelir. Abdestli olursanız, zikrullahla meşgul olursanız, zikr-i kalbîye müdâvim olursanız onlar gelmez.

Soru:

–Kibir nasıl yenilir, nasıl kırılır?

–Tasavvufî terbiye ile kırılır. Biliyorsunuz; koca kavuklu, cübbeli, sarıklı, itibarlı, izzetli Aziz Mahmud-u Hüdâî, Bursa kadısı olarak Üftâde Hazretlerine gittiği zaman, ona sokaklarda ciğer sattırmış ilkönce… Tasavvufun böyle nefsi terbiye metodları vardır. Onlarla, tasavvuf ilmiyle terbiye olunur. Az yemekle, az konuşmakla, az uyumakla, çok zikretmekle terbiye olur. Ama, bir hocanın nezaretinde olursa, daha iyi olur.

Kendisinin kusurlarını araştırıp, sorup, görmekle terbiye olur. Başka insanların olgunluklarını görüp, “Bak ben şunlar gibi olamıyorum!” demekle, kendi halini bilmekle terbiye olur.

Mâdem zihnine böyle bir şey takılmış kardeşimizin, Allah kibirden kurtarsın… Sevdiği, tevâzû ehli, güzel bir kul olmayı nasib eylesin…

Soru:

–Gözyaşı dökemiyorum; çâresini izah eder misiniz?

–Gözyaşı dökmek, kalbin rikkati ile ilgilidir. Duygulanacak, göz yaşı dökecek, ağlayacak. Bunun için de midenin boş olması lâzım!.. Oruç tutar, biraz daha rikkatli olur. Ondan sonra, tefekkürü çok yapmak lâzım!..

Soru:

–Yalnız başına kalınca günah işlememek için ne yapmak gerekir?

–Abdestli olursunuz. Abdestli gezdi mi, Allah’a sığındı mı insan, mümkün olduğu kadar mahfuz olur. Zikr-i kalbîye devam eder, zikirde olursanız, yalnız başınıza günah yapmaktan korunursunuz. Allah-u Teâlâ Hazretlerine sığının, ilticâ edin; yardımcı olsun.

Sevmek, Ama Adam Gibi Sevmek

Çok tuhaf gerçekten, ama neyse bazı şeyler bizlere fikir vermesi açısından önemli…Burada veya genelde aşk hikayelerinde olduğu gibi…Aşk konusu veya sevgi konusu tamam… yani bir yerde sevgi ile aşk tamamen ayrı şeyler (Ama aynı manayı ifade ettikleri de oluyor.)…Allah’ın insanın içine yerleştirmiş olduğu duygular olmasa, insan ilk defa gördüğü birine karşı (herkese değil de, sadece o özel kişiye karşı) böylesine sıkı bağlarla bağlanabilir mi?

    Ama şurası var ki gayri ahlaki veya gayri islami bir ilişkiler yumağında olmak…Yaz aşkları diye bir kaç aylık ilişkileri meşru göstermek ne kadar aptalca…İnsan birini sever veya sevmez…Çiçekten çiçeğe uçmanın bir alemi olmasa gerek…

Yine sadece flört adı altında,illaki birini sevmek zorunda olmakda öyle… Ortaöğretim çağındaki, lise çağındaki gençlere illa biriyle beraber olma, arkadaşlık kurma fikrinin aşılanmasıda öyle… Aşılanması diyorum zira görsel medya ve basın bu yönde bir yönlendirme yapıyor. Bunu görmek için mevcut dizilere bakmamız yeterli. En güzeli sevmek, ama adam gibi sevmek…Gelip geçici değil, kalıcı tüm benliğimizle sevebilmek. Eğer sevginiz uzun süre içinizde kaldı ise veya seneler sonra bile unutamıyorsanız, siz gerçekten sevmişinizdir…Gerisi ise hikaye…O zaman hikayelere dönebiliriz…

    Olayın ben daha çok uygulanan yönüne eğilmek için söyledim. Yani toplumun geldiği noktada haremlik- selamlık uygulamasının olmadığı bir cemiyette bazı olayların olmasının önüne geçemezsiniz…

    Bunun önüne her alanda İslami bir bakış açısına sahip fertlerin yetişmesiyle geçilebilir. Eğer siz sadece toplumsal yönünü alısanız Islam’ın yine yanlış yollara sapmanız mümkün, aynı şey sadece eğitim yönünü veya ibadet yönünü almanızda da böyledir… Onun için siyasal, sosyal, kültürel, hukuki, idari . ne olursa olsun her alanda hayatımıza yön veren Islami bir bakış açısı egemen olmadan ne bizlerin ne de cemiyetin dirilmesi beklenemez.

RABBİM BİZLERE İSLAMİ BAKIŞ AÇISIYLA OLAYLARA BAKMAYI NASİP ETSİN!…

Kalbim Seninle

Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya baslamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilan vermişlerdi… Canını feda edecek birini arıyorlardı… Genç kız ise hergün hastahane odasında biraz daha solmaktaydı.

Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu… Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı… Yinede engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi… Hergün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu… ” Param yok ama . sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var” demişti delikanlı… Genç kızda zaten başka birşey istemiyordu…Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki… Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı… İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi.. Ne önemi vardı artık ? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi..

Ayrılıklarından bu yana 5 bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti…Her günü zehir, her günü hüsran…Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini kimseyle paylaşmamştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kimbilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı… .

Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, ellerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi… En çokta saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu. Kalbi yine sızlamaya başlamıştı.. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama…

Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki.. Tekrar o geldi aklına… Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi . artık… Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufakta olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu… Oysa sevdiği, kimbilir kiminle beraberdi… Kendi sevgi dolu kalbinin kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile, ama acaba o paylaşmış mıydı ? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden ? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü.

Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza… Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada.. Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti. Tekrar gözlerini açtı. Kimbilir belkide sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde . derinliğe daldı…

Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı.. Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı… O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. 1 hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki birşeyler eksikti…

Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu.. Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı… Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu…

Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlamış, ama ameliyat kolay değil, bir aydan geçer demişti doktor. Aylar geçmişti ama hala aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Hergün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlarla.. En çokta kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi. Oda genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle…

Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavasça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha . hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yılar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta..

Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavasça…Kağıdı açtı. Ve elleri titreyerek okumaya başladı. ” Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe 2 sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, nede kimseye bakabildim… Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin dahada artıyordu.. Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden dahada hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım… Hergün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım… Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım…

Ve bir gün herşeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim… Ve değerlendirdim… Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye..Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık… Senden çok uzaklardayım belki, ama yinede seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hemde her gece…

Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğimi sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin 6. senesi…

Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarında sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu ? Çünkü gözyaşlarımla, adını yazdım ona… Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde… Unutma, kırmızı gülüde unutma . olur mu ??… Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadarda Seveceğim… Sevgilin…”

Söylenmemiş Bir Aşkın Hikayesi

Daha henüz 18 yaşındaydı, ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı. Kahır içinde eve kapamıştı kendini.. Sokağa çıkmıyordu. Annesi.. Bir de kendisi.. O kadardı bütün hayatı.. Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa..

. Bir yığın vitrinin önünden geçti.. Tam bir CD satan dükkanı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar..

Hani ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte.. İçeri girdi.. Kız gülümseyerek koştu ona.. “Size nasıl yardım edebilirim” diye.. Nasıl bir gülümsemeydi o.. Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı… Kekeledi, geveledi, sonra “Evet” diyebildi.. Rastgele bir plağı işaret ederek.. “Evet.. Su CD’yi bana sarar mısınız?..” Kız CD’yi aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi. Aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü, açmadan dolabına attı…

Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana.. Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan.. Günler hep alınıp sardırılan CD’lerle geçti..

Kıza açılmaya bir türlü cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda.. Annesi “Git konuş oğlum, ne var . bunda” dedi.. Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye. Kız içerdeyken bir kağıda “Sizinle arkadaş olabilir miyiz” diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice.. Sonra paketini alıp kaçtı gene dükkandan..

İki gün sonra evin telefonu çaldı.. Anne açtı telefonu.. CD dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan.. Delikanlıyı istedi.. Notunu yeni bulmuştu da.. Anne ağlıyordu.. “Duymadınız mı?” dedi.. “Dün kaybettik oğlumu..”

Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda… Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı… Oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü… Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı.. İçinde bir CD vardı, bir de minik not.. “Merhaba… Sizi öyle tatlı buldum ki.. Daha yakından tanımak istiyorum.. Bir akşam birlikte çıkalım mı?.. Sevgiler.. Jacelyn!.” Anne bir paketi daha açtı.. Onda da bir CD ve bir not vardı.. “Siz gerçekten çok tatlı . birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık.. Sevgiler.. Jacelyn

Cahil Cesur Olur

Köylünün biri, sığırını ahıra bağladı. Gece bir aslan geldi, sığırı yedi, onun yerine oturdu.

Köylü sığırını merak etmişti, onu yoklamak istedi geceleyin ahıra gitti. Sığırını zannederek arslanın vucudunu okşuyor, sırtını kaşıyordu.

Arslan, karnı tok olduğu için sesini çıkarmıyor, köylü için de şöyle düşünüyordu:

– “Eğer hava fazla aydınlık olsaydı, bu adamın korkudan ödü kopardı. Beni böyle küstahça kaşıması, gece vakti kendi sığırı sanmasındandır.”


ÖĞÜTLER:

Doğruyu araştırmadan, kendi zannına göre hareket eden yanılır.

Çağlar boyu zulmet ve nur, hak ve bâtıl, doğru ve yanlış sürekli çarpışmıştır. Her iki kesimden de insanlar ola gelmiştir.

Zar atarken besmele ile atanlara, yahut sahneye Allahın hoşlanmadığı bir tarzda çıkarken besmele çekenlere hep rastlamışsınızdır.

İşte bunlar kendi sığırını zannederek vahşi arslanı kaşıyan köylü gibidir.

Nasıl yaşarsanız öylece inanırsınız. Yaşam tarzları Allahın kurallarına göre olmayan bazıları, dürüstçe hareket edip “Bizim yaşantımız hatalı demiyor da, dini inançlarını yaşam tarzlarına göre ayarlıyor.

Yamadık dünyayı, yırtarak dinimizden.

Din de gitti, dünya da gitti elimizden.

Hak gelince bâtıl zâil/yok olur. Görüşlerindeki noksanlık yüzünden hakla batılı karıştıranlar, hak gelince, yani hikayemizde ahır aydınlanınca sığırı zannettiği arslanı görecek ve korkacaktır.

Allah an hakikaten alimler korkar. Gerçeği olduğu gibi görenler, yani alimler Allah an elbet en iyi korkan, seven ve yaşantısını ona göre düzenleyendir.

ögretmenın Hatası

Öğretmenin adı Bayan Thompson`du ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.
Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, Bayan Thompson Teddy`i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da olabilirdi.
Çalıştığı okulda Bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy`nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı.
Çünkü . birinci sınıf öğretmeni:
`Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu…` diye yazmıştı.
İkinci sınıf öğretmeni:
`Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve . sanırım evdeki yaşamı çok zor..` diyordu.
Üçüncü sınıf öğretmeni:
`Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.
Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
`Teddy içine kapanık ve okula . hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.` demişti. Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kâğıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy`nin armağanı kaba kahverengi bir kese kâğıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.
Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı. O gün okuldan sonra Teddy . öğretmenin yanına gelerek; `Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz` dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vazgeçerek onları eğitmeye başladı. Teddy`ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekâsının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk . gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.
Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy`dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson`un hâlâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy`den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hâlâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hâlâ Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği . öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.
Bu hikâye burada bitmedi. İlkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, Bayan Thompson`un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi. Tahmin edin ne oldu?
Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Teddy`nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.
Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına `Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de…` diye fısıldadı.
Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: `Yanılıyorsun Teddy… Ben değil, sen bana öğrettin. Seninle

İyi Ve Kötü

Leonardo da Vinci `Son aksam yemegi` isimli resmini yapmayi dusundugunde buyuk bir guclukle karsilasti. `Iyi`yi` Isa`nin bedeninde,`kotu`yu` de Isa`nin arkadasi olan ve son aksam yemeginde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda`nin bedeninde tasvir etmek zorundaydi.

Resmi yarim birakarak bu iki kisiye model olarak kullanabilecegi birilerini aramaya basladi.Bir gun bir koronun verdigi konser sirasinda, korodakilerden birinin Isa tasvirine cok uydugunu fark etti.Onu poz vermesi icin atolyesine davet etti, sayisiz taslak ve eskiz cizdi.

Aradan 3 yil gecti.`Son Aksam Yemegi` neredeyse tamamlanmisti,ancak Leonardo da Vinci henuz Yahuda icin kullanacagi modeli bulamamisti.

Leonardo`nun calistigi kilisenin kardinali, resmi bir an once . bitirmesi icin ressami zorlamaya basladi.

Gunlerce aradiktan sonra Leonarda vaktinden once yaslanmis genc bir adam buldu.Pacavralar icindeki bu adam sarhosluktan kendinden gecmis bir durumda kaldirim kenarina yigilmisti. Leonarda yardimcilarina adami guclukte de olsa kiliseye tasimalarini soyledi cunku artik taslak cizecek zamani kalmamisti. Kiliseye varinca yardimcilar adami ayaga diktiler. Zavalli, basina gelenleri anlamamisti.

Leonardo adamin yuzunde gorulen inancsizligi, gunahi, bencilligi resme geciriyordu. Leonardo isini bitirdiginde, o zamana kadar sarhoslugun etkisinden kurtulmus olan berdus gozlerini acti ve bu harika duvar resmini gordu..

Saskinlik ve huzun dolu bir sesle soyle dedi: `Ben bu resmi daha once gordum.` `Ne zaman?` diye sordu Leonardo da Vinci, o da sasirmisti.

`Uc yil once` dedi adam. Elimde avucumda olani kaybetmeden once. O siralarda bir koroda sarki soyluyordum, pek cok hayalim vardi, bir ressam beni Isa`nin yuzu icin modellik yapmak uzere davet etmisti..`

Iyi ve kotu`nun yuzu aynidir. Her sey, insanin yoluna ne . zaman ciktiklarina baglidir.

Ilginç Bir Iş Başvurusu

Tamamen gerçek bir olay!Yaşanmış çok ilginç bir iş başvuru
hikâyesi

Alttaki işbaşvuru formunu dolduran

Mehmet T.`ın başvuru formuna yazdığı cevaplar:

1. Adınız Soyadınız: Mehmet T.

2.Yaşınız: Yirmi sekiz.

3) Şirketimizdeki hangi pozisyon için Başvuruyorsunuz?

Mümkünse yatay bir pozisyon için. Eğer daha ciddi bir cevap istiyorsanız, ne iş olsa yaparım. Şart öne sürebilecek durumda olsaydım, burada bu formu dolduruyor olmazdım.

4. Düşündüğünüz ücret: Aylık 5.000 YTL maaş artı yıllık kârdan yüzde 10 hisse! Eğer bu mümkün değilse, siz bir ücret Önerin, ben size evet yahut hayır derim.

5. Eğitiminiz? İdare eder

6. Son işiniz: Sadist bir şefin deneme tahtası olmak.

7. Son ücretiniz: Hak ettiğimin çok altında.

8. Önemli başarılarınız: Arakladığım kalemlerden muhteşem bir kolleksiyonum var; evde sergiliyorum.

9. İşten ayrılma sebebiniz: Bkz. Cevap 6.

10. Size ulaşabileceğimiz saatler: Banka atm`si gibiyim: 7/24.(7 gün/24 saat)

11. Çalışmak istediğiniz saatler: Pazartesi, Salı ve Perşembe 13.00-15.00 arası.

13. Şimdiki işvereninizle görüşebilir miyiz? İşverenim olsa burada Olmazdım.
14. Fizik durumunuz 20 kilogramdan fazla taşımanıza engelmi? Belli olmaz, ne taşıdığıma bağlı.

15. Otomobiliniz var mı? Evet, ama soru yanlış sorulmuş. `Çalışır durumda bir otomobiliniz var mı?` diye sorsaydınız,cevabım farklı olurdu.

16. Daha önce bir yarışma veya madalya kazandınız mı? Madalyam yok ama
lotoda iki kere 3 tutturdum.

17. Sigara içiyor musunuz?Otlanacak bir enayi bulabilirsem.

18. Beş yıl sonra ne yapmayı hayal ediyorsunuz? Bana tutkun zengin bir

fotomodelle Bahama Adaları`nda yaşamayı.

Bir yolunu biliyorsanız bunu beş yıl beklemeden de yapabilirim.

19. Yukarıdaki bilgilerin doğruluğunu taahhüt ediyor musunuz? Hayır,

ama sıkıyorsa aksini iddia edin.

20. Sizi bu başvuruyu yapmaya iten gerçek sebep nedir? Birbiriyle

tutarlılık derecesini kestiremediğim iki cevabım var:

a)İnsan sevgisi ve tüketicilerin iyi beslenmesine katkıda bulunma arzum.

b)Gırtlağıma kadar borca batmış olmam..

Sonuç: Mehmet T. işe alındı.